İşte yine apartmanın ağır kapısı yavaşça açılıyordu. Delikanlının kalbi hızla çarpmaya başladı, sabah dükkâna geldiğinden beri binadan çıkan on bir kişiden sonra bu gelen artık o olmalıydı. Yanılmamıştı, genç kızı bu sabah da görebildiği için yüzünde istemsiz bir tebessüm oluşuvermişti. Kızın da onu görmesini istediği için aceleyle kapının önüne çıktı. Ve heyecanla ona günaydın demek istemişti ki karşı taraf erken davranarak neşeli bir günaydın dedikten sonra hızlı adımlarla oradan uzaklaşmıştı. Genç adam akşamdan defalarca tekrarladığı genç kız ile yapacağı konuşmasını bir dahaki görüşmeye zorunlu olarak ertelemişti. Tıpkı bundan bir öncekinde ve bir öncekinde olduğu gibi…
    Kanının deli aktığı zamanlarda olan fakat o canlılığı hiç göstermeyen Ahmet; ince uzun boyu, dalgalı kumral saçları ve su yeşili gözleriyle gencecik bir delikanlıydı. Okumak için Selanik’ten İzmir’e geleli neredeyse üç yıl dolmuş, bu süre zarfında da hem İzmir’de oturan amcasının çiçekçi dükkânında çalışmış hem de okuduğu mühendislik fakültesinin en başarılı öğrencilerinden biri olmuştu. Ne var ki hem görünüşü hem de zekâsıyla dikkat çeken bu delikanlı fazlasıyla utangaç ve sıkılgan olduğundan, kendisine doğru düzgün bir arkadaş çevresi edinememişti. Okuldaki boş zamanlarında kitaplara gömülerek, tatil günlerinde de dükkândaki çiçeklerle ilgilenerek ve dükkânın karşısındaki apartmanda oturan Mine’yi izleyerek günlerini geçiriyordu.


Sagapo Seviyorum Sözsüz Sevda
Mine, Ahmet’in ilk gördüğü andan beri âşık olduğu ama bir türlü açılamadığı kızdı. Minyon tipli olduğundan ilk bakışta kısa sarı saçları ve boncuk mavi gözleriyle sevimli masum bir kız çocuğu gibi görünse de yakından tanıyınca hiç de öyle olmadığı anlaşılıyordu.  İnsanların zayıf yönlerinden faydalanmaya çalışan bu kız, kendi gibi olan arkadaş çevresiyle geç saatlere kadar eğlenir arada bir de tekrar üniversite sınavlarına girmek için ailesinin zorlamasıyla etüt merkezine giderdi.
Üç yıldır denemesine rağmen istediği Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü kazanamayan Mine “Burası olmayacaksa hiç okumam daha iyi!” diyerek kararında direniyordu. Zaten Ahmet’le tanışması da bu vesileyle gerçekleşmişti. Ahmet’in parlak bir öğrenci olduğu çevre tarafından bilindiğinden Mine de bu fırsatı kaçırmamak için arada evlerinin karşısındaki dükkâna gider, çözemediği soruları Ahmet’e çözdürürdü.
    Ahmet, Mine yanındayken utanmaktan renkten renge girer, kolaylıkla çözebileceği soruları boncuk boncuk ter dökerek çözerdi. Ahmet’in amcası Sami Bey onun böyle olduğunu görünce durumu anlayarak yeğenini karşısına alıp uzun uzun baba nasihatleri verdi. Mine’nin ona göre bir kız olmadığını, bu sevdadan vazgeçmesini söyledi ama nafile. Delikanlının gözü ondan başkasını göremez olmuştu. Hem son günlerde durum iyice vahimleşmişti. Ahmet Mine’nin sağda solda “Yunanca öğrendim, öğrendiğim yabancı dillerin yanına bir tane daha ekledim” dediğini duyduğundan beri ona kendisinin de Yunanca bildiğini hatta dilini geliştirmesi için ona yardımcı olabileceğini söylemek için gece geç saatlere kadar dükkânın önünde onun gelmesini bekliyor, geldiği zaman da tüm cesaretini yitirip dükkânı bile kilitlemeden oradan uzaklaşıyordu.
   Bu olay böyle günlerce devam etti. Ahmet mine’yi sevdiğini söylemek için başka yollar düşünüyor fakat hiçbirine cesaret edemiyordu. Acilen bir şeyler yapmalıydı, yoksa sevdiği kızı sonsuza dek kaybedebilirdi. Çünkü son günlerde spor arabasıyla Mine’yi birkaç kez evine bırakan delikanlının varlığı Ahmet’i huzursuz etmeye başlamıştı. O gencin bakışlarından Mine’den hoşlandığı açıktı. Yoksa Mine de ona karşı…! Hayır, hayır bunu düşünmek bile istemiyordu. Bir gün gizlice bu genci takip etti ve kim olduğunu araştırdı. Öğrendikleri Ahmet’in umutlarını bir kez daha yıktı. O spor arabalı, düzgün giyimli ve yakışıklı sayılabilecek delikanlı, İzmir’in saygın ailelerinden birinin oğlu aynı zamanda Mine’nin babasının çalıştığı şirketin hissedarlarından biriydi. Ahmet’in böyle biri karşısında şansı neredeyse yok denecek kadar azdı. Yine de umudunu kaybetmeden bir şekilde Mine’ye karşı olan hislerini açıklama gereği duydu kendinde.
   Amca Sami Bey, Ahmet’in bu endişeli ve düşünceli halini gördükçe üzülüyor, ona nasihat vermekten başka bir şey yapamıyordu. Okuldaki başarısının düştüğünü öğrendiğindeyse Mine’nin ona sadece ruhsal zararlar değil eğitim hayatını etkileyen zararlar da verdiğini gördü. Bu yüzden yeğeninin kafasını dağıtması için hafta sonu kurulacak olan büyük çiçek mezatına onu da götürmeye karar verdi. Yeğeninin aşkını itiraf edebilmesinin yolunu burada öğreneceğini nereden bilebilirdi ki?..
   O gün sabah erkenden yola çıktılar. Sami Bey, dükkânı için farklı çiçekler bulabileceğinden dolayı oldukça neşeli ve enerjik görünüyordu. Ahmet ise düşüncelerle ve kabuslarla boğuşmaktan uyuyamadığı için gözlerinin altında oluşan mor halkalara, solgun yüzüne aldırış etmeden isteksiz adımlarla amcasına eşlik ediyordu.
   Biraz yürüdükten sonra yollarına arabayla devam ettiler. İki saatlik bir yolculuğun ardından nihayet gelmişlerdi. Mezat çok kalabalıktı. Etraf yeşilin her tonuyla ve orkidelerin, güllerin, erguvanların renk cümbüşüyle insana adeta başka bir dünyanın kapılarını aralıyordu. Üstelik bu çiçeklerden yayılan o büyüleyici kokuların ruhları sarhoş etmemesi mümkün değildi. Ahmet yine Mine’yi hatırladı. Aslında hiç unutmamıştı ki… Camgüzeli çiçeğine benzetirdi onu. Çünkü tıpkı o çiçek gibi güzel, onun kadar canlıydı Mine’si. O yüzden ‘Can Güzelim’ derdi ya ona…
  Ahmet, aklında can güzeliyle adımlarının nereye gittiğini bilmeden düşünceli gözlerle çiçeklere bakıyordu. O sırada Rum aksanıyla birinin seslendiğini duydu. Düşüncelerinin arasından aniden sıyrılıverdi. Çünkü Selanik’teyken Rum aksanıyla geçen böyle konuşmalara hiç yabancı değildi. Dönüp ardına baktı. Altmışlı yaşlarında yaşlı satıcı bir kadına aitti bu ses. Yaşına göre oldukça gür olan gri saçlarını topuz yapmış, kemik çerçeveli gözlüğünün ardındaki mavi gözleriyle delikanlıya bakıyordu. Kadın, yüzünde ufak bir tebessümle:
-Evladim! Sumbüllerin kokusu sarhos etti seni? O yesil gözler baygın bakıyor çevreye. Diye bozuk bir Türkçe ile seslendi Ahmet’e.
-Yo, hayır, iyiyim ben. Dedi delikanlı.
Kadın, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden doğrularak yine aynı aksanıyla sürdürdü konuşmasını.
-Yok yok, fena gorünüyorsun sen. Yoksa sevdalısındır? De bakalım more evlat, derdini açamadın yoksa?
-?!!
Ahmet şaşırmıştı. Sevdalı olduğu çok mu belli oluyordu? Bir an ne diyeceğini bilemedi. Olduğu yere çöküverdi. Kadın tebessüm ederek Ahmet’in sırtını sıvazladı.
-Üzülme more evlat, ask acisi bir yandan acitirken bir yandan olgunlastırır insanı. Ruhuna zevk verir, yüreziğini hosnut kılar.
Ahmet hala şaşkındı. Evet, yaşlı kadının dedikleri doğruydu ama nedense tek kelime edemiyordu. Konuşmayı unutmuştu sanki.
Kadın devam etti:
-Su kaktüsü görürsün? Ask, su kaktüs dikenlerinin kalbine aynı an saplanması gibidir evlat.
-…
-Peki, anlamını bilirsin evlat?
-Ha..Hayır bilmiyorum. Diye güçlükle ve birazda şaşkınlıkla cevapladı delikanlı.
-Bu kaktüsün adı Sagapo’dur. Yani siz Turklerin diliyle “Seviyorum” demek. Al bunu, götür sevdiğin guzele. Senin dilin soylemediğini bu kaktüs soyler belki.
   Ahmet diyecek söz bulamıyordu. Tabi ya! Nasıl akıl edememişti ki bunu? Sevinçten yüreği ağzına gelecek gibi oldu. Sadece kekeleyerek bir teşekkür edebildi. Sevinçle kaktüsü alarak çıkışa yöneldi ve heyecanla amcasının gelmesini bekledi. 
   Bir iki saat sonra yorgun ama mutlu bir şekilde Sami Bey göründü. Yeğeninin bu neşeli hali gözünden kaçmayarak onu yanında getirmekle çok iyi ettiğini düşündü. Ahmet, geldikleri arabanın arkasına yerleştirilmiş diğer çiçeklerin arasına kaktüsünü özenle yerleştirdi. Mine’yi görmek için sabırsızlanıyordu. Akşamüzeri eve vardılar. Yorgunluğunu ve uykusuzluğunu bahane ederek erkenden odasına çekilen delikanlı bu kez de mutluluktan uyuyamamıştı.
   Ertesi gün dükkânın önüne çıkıp kaktüsüyle birlikte Mine’yi beklemeye başladı. Çok geçmeden apartmanın kapısı açıldı. Mine, Ahmet’in ona gülümsediğini fark edince yanına doğru yürüdü.
-Günaydın, dedi neşeli bir sesle. Ahmet:
-Gü..Günaydın Mine. Diye kekeleyerek ve biraz da kızararak karşılık verdi.
Hemen eğilip yanındaki saksıyı alarak titrek bir sesle:
-Bu, senin için… Diyebildi sadece. Mine şaşkınlıkla:
-Ne! Bana kaktüs mü veriyorsun? Böylesine de ilk kez rastladım doğrusu. Aman Ahmet bunca çiçek arasından başka bir çiçek bulamadın mı? Gül, papatya falan mesela…
-Aa.. Hayır! Yani şey… Bunun bir anlamı var. Adı Yunanca’da Sagapo. Sen Yunanca öğreniyordun, biliyorsun belki anlamını. Sana söylemek istediğimi anlatıyor bu kaktüsün adı.
-Hı… Öyle mi? Aslında biliyordum bu kelimeyi ama hatırlayamadım şimdi. Neyse sen söyleme ben hatırlayacağım.
   Mine anlamını bilmediği bu kelimeyi kendince tahmin etmeye çalışırken spor araba binanın önüne çoktan yanaşmıştı. Genç kız arabanın camında görünen siluete el salladı ve Ahmet’e veda etmek için dönerek:
-Şimdi gitmeliyim, erkek arkadaşım geldi. Saksı dükkânın önünde dursun, döndüğümde alırım. Hoşçakal, diyerek arabaya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı.
   Ahmet cevap bile verememişti. Araba köşeyi dönerken kısık bir sesle “Hatırla.... Lütfen.” Diyebildi sadece. Aradan günler geçti, Mine kaktüsü almıştı ama hiçbir şey dememişti. Daha sık gidip gelen o spor arabalı genci gördükçe sinirleniyor ve Mine’yi gördüğünde de cesaret edip soramıyordu.
   Birkaç gün sonra Mine’nin nişan haberiyle yıkılmıştı Ahmet. Nasıl olabilirdi bu? Onu seviyordu, üstelik sevgisini “seviyorum” anlamını taşıyan bir saksı kaktüsle itiraf bile etmişti. Anlamını hala hatırlayamamış mıydı yoksa kaktüsü bir köşede unutmuş muydu? Ya da onun sevgisini önemsememiş, bir cevap vermeye bile tenezzül etmemişti.
   Sorular Ahmet’in beynini kemiriyordu. Ona bir türlü ulaşamıyor, sağdan soldan evlilik hazırlıkları yaptığını duyuyordu. Çıldıracak gibiydi. Son günlerde okula da gitmemeye başladı. Sami Bey yeğenini böyle gördükçe üzülüyor, Mine’nin bir hafta içinde evlenip Londra’ya yerleşeceğini söylemeye cesaret edemiyordu.
   Nihayet bir gün ne olursa olsun diyerek Ahmet’i karşısına aldı ve Mine’nin nişanlısının Londra’ya gideceğini, genç kızın da gitmek istemesi üzerine ailesinin evlenmeleri şartıyla izin verdiğini bu yüzden de en kısa zamanda nikâhı kıyıp gideceklerini söyledi.
   Genç adam duyduklarına inanamıyordu. Minesine kaktüsü verdikten sonra bir kâbusa uyanmıştı sanki. Canı yanıyordu ama bunu dile getirecek gücü bile kendinde bulamıyordu. Birkaç gün tek kelime etmeden olanları izledi. İçinde fırtınalar kopuyor ama dışarıya hiçbir şey yansıtmıyordu.

   Birkaç günün sonunda da Mine’nin evlendiği haberini duydu. Hiçbir tepki vermedi. Sadece apartmanın önünde Mine’nin ve ‘eşi’nin ailesiyle vedalaşmasını dükkânın penceresinden izlerken gözünden iki damla yaş süzülüverdi. Onlar gittikten sonra dışarı çıkarak apartmanın önüne doğru yöneldi. Kapı kenarındaki çöp kutusunun yanında bulunan kırık saksıdaki kaktüsü aldı ellerine usulca. Birkaç damla yaş da dikenlerin üzerine düşüverdi…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

2 Yorumlar

Yorum yazabilmek için:
Yorumlama biçimi seçeneklerinden profil üyeliğiniz yoksa; Adı/URL profilini seçip kendi belirlediğiniz isimle URL kısmını boş bırakarak yorum yazabilir ya da Anonim profili seçeneği ile isimsiz olarak yorum yapabilirsiniz.

  1. Muhteşem bir hikaye olmuş. Ayrıca kaktüsün gönderdiği mesajın alınıp alınmadığını çok merak ettim. Sonunda o konuda aydınlatıcı bir şeyler olsaydı daha güzel olurdu diye düşünüyorum. Bunun yanında karakterlerin çok iyi betimlenmiş olması hikayede geçenleri ve mekanı da onlara göre gözümüzde adeta canlandırdı. Tebrik eder başka hikayelerin devamını bekleriz :)

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim. :) Önerinizi dikkate alıp onunla ilgili eklemeler yapacağım. Pek fazla öykü yazan biri değilim, o yüzden yapıcı eleştirilere her zaman ihtiyacım var. Beğenmenize sevindim. :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorum yazabilmek için:
Yorumlama biçimi seçeneklerinden profil üyeliğiniz yoksa; Adı/URL profilini seçip kendi belirlediğiniz isimle URL kısmını boş bırakarak yorum yazabilir ya da Anonim profili seçeneği ile isimsiz olarak yorum yapabilirsiniz.

Daha yeni Daha eski